7 Eylül 2010 Salı

*KEŞKÜL_Ü FUKARA ve ZEKİ BEYNER*

KEŞKÜL-Ü FUKARA adlı karikatür albümünde yer alan
-ve kendi ağzından- ZEKİ BEYNER'in yaşam öyküsü:

Ağlamak için bahane mi yok!
Karnım acıkmış, ağlamışım; susamış, ağlamışım. Dövmüşler ağlamışım.
Merak edip doktora götürmüşler...
Her halde vizite ücretini gördüğümden olacak, bu kez babama, "Sen niçin ağlamıyorsun?.." diye sormuş, başlamışım ağlamaya!..
Doktor,
-Bu çocuğun bir derdi var ki ağlıyor, diyerek beni bir güzel muayeneden geçirip, teşhisini koymuş:
-Bir şeyciği yok!..
Çocuklarının bir şeyciği olmadığı halde bir avuç paradan çıkan annemle babam, fazla yaşamamışlar bu olaydan sonra... Çekip gitmişler öbür dünyaya!..
Hayatta tek başıma kalmışım.
İnsan küçücük yaşta tek beşına kalınca ne olur?.
Düşe kalka büyür değil mi?..
Eş dost yardımıyla boyum 1.60'a gelene dek büyümüşüm.
Sonra dost komşular kesmişler yardımlarını...
Ne düşürmüşler, ne kaldırmışlar.
Sağlığımı tanrıya emanet edip, beni yeniden sokaklara salmışlar!

Yıllar yılları kovaladı.
Herkes gün geçtikçe gelişip büyürken, ben küçüldüm, küçüldüm, incecik kaldım.
Tanıyanlar, "Ne ince, ne duygulu çocuk" demeye başladılar. Doğrusu insanlar beni iyi değerlendiriyorlardı.
*
Bir gün, yattığım harabede ayağımı akrep sokmuştu. Nereden çıktığına hâlâ şaştığım bir kedi, geldi akrebin soktuğu yeri yaladı!..
Nasıl iyi geldi anlatamam. Şaşkınlığım geçince o kediyi aradım. Koydunsa bul!.. Yok olmuştu!..
Kendi kendime, "Acaba" dedim, "Bana yardım için çırpınan insanlardan biri, kendini tanıt(ma)mak için kedi şekline mi girmişti?"
Çünkü bulunduğum harabenin yanından kadınlı erkekli bir sürü insan geçiyordu o sıra...
*
Eskiden bizim Üsküdar'a sık sık tel cambazları gelirdi. Bedava tarafından yüzümün ilk güldüğünü oradan hatırlarım. Ve beni çizerliğe iten o tel soytarısı olmuştur.
Bir palyaço!..
*
Az sonra sözünü edeceğim "çöplük"e gelene kadar bir sürü işte çalıştım. Haydarpaşa'da su satmaktan, raylardan kömür toplamaya kadar... İnsanı aç bırakacak gariban işlerin hepsini denedim.
Bir gün kendimi bir çöplükte buldum. Baktım bir sürü gariban... Ne arar, ne bulurlar bu çöplükte?..
Neyse, takımsız taklavatsız bir işmiş. Elime bir çomak alıp çöktüm yanlarına... Başladım onlar gibi çöp yığınını karıştırmaya... Gözüme ışıl ışıl bir şey ilişti. Aaa!.. Olur şey değil!. Bir elli kuruş!.. Ama karnımın açlığını duya duya harcamaya bir türlü elimin varmadığı bu parayı ertesi gün aynı çöplükte bir elli kuruş daha bulmaya çalışırken kaybettim!..
Fakat o çöplükte önce bulup sonra kaybettiğim elli kuruşla kalmamıştım. Bir sürü yırtık, eski gazeteler de bulmuştum. Bu gazetelerde, adına "Karikatür" dendiğini sonradan öğrendiğim acayip çizgiler ilgimi çekmişti. Anlayamadığım içtenlikle merak sardım bunlara. Gazete satıcıları, "Yazıyooor!" diye bağırdıkça, içimden "Niçin çizmiyor?" diye sorasım geliyordu.
*
Tel cambazına gelince: Onun yaptığı tehlikeli oyunları gören palyaço, "Ben de yaparrrııım!" diyerek acemi hareketlerle tele tırmanır, milleti gülmekten kırardı!..
*
Bir gün, yırtık bir gazete geçti elime. Sağ köşesinde bir karikatür vardı. Hemen o palyaço geldi aklıma. Baktım, baktım, "Ben de yaparrrııım!"
Kâğıt aradım, yok. Silgi, yok. Kalem, yok!..
Fakat içim, palyaçonun çok hoşuma giden tekerlemesiyle dolu:
"BEN DE YAPARRRIIIM!"
* * *
Bu arzumun ilk gerçekleşen ürünüyle, çöplükte çoğunlukla elime geçen Cumhuriyet gazetesine gittim. Beni kapıda Elif Naci Bey olduğunu öğrendiğim değerli ressamımız karşıladı. O sıralarda Galatasaray Lisesinde resim sergisi açmıştı. İyi ansıyorum!..
Bana bir broşürünü verdi. Ve öylesine yakınlık gösterdi ki, onun kibarlığı inceliği ve büyük ilgisi, kendisini bir daha görmeme engel oldu.
*
İlk karikatürüm Akbaba Dergisinde çıktı. Sıcak bir yaz günüydü. Ya temmuz, ya ağustostu aylardan. Sırtımda bir palto vardı. Eski, yırtık, uzun bir palto... Karşımdaki, "Zeki sen misin?" diye sorunca, sıkılarak "Evet" demiştim. Bu suali soran Yusuf Ziya Ortaç'tı.
"Karşim" dedi. (Kardeşim) "Bu sıcakta bu paltoyu nasıl giyiyorsun?.. Çıkarsana!."
"Çıkarayım da ayıbım mı çıksın efendim?" deyince, "Yaaa, öyle mi?.." demişti.
*
Bir gün Aziz Nesin, "Yusuf Ziya Ortaç seninle konuşmak istiyor." demişti.
Nasıl sevinmiştim, anlatamam.
Karnım zil çalıyordu.
Neyse, Yusuf Ziya Ortaç da zili çalmış, Aziz ağabeyi çağırtmış...
"Konuları güzel ama, çizgileri zayıf. Biraz pişsin Azizciğim." demiş.
Pişmek ne demek?.. Ben yaz sıcağında sırtımdaki paltonun içinde karnım zil çala çala yanıyordum!..
...
KİTABIN ARKA KAPAK YAZISI:
1936 yılında İstanbul'da doğmuşum. Hem de yaşlanmış olarak... Yüzümde bir sürü gereksiz çizgi belirmiş. Hayatta çekeceğim sıkıntılar, daha o zaman içime doğmuş olmalı ki dünyaya gelişime bayağı üzülmüş, aylarca susmak bilmemişim.
 o0o
KEŞKÜL_Ü FUKARA(Zeki Beyner'in albümü, E YAYINLARI İstanbul, 1.baskı: Mayıs 1970)

Hiç yorum yok: